6 Kasım 2009 Cuma

KARDEŞİN DUYMAZ, ELOĞLU DUYAR

—Umudu Kesme Yurdundan Şarkısına İthafen-


Sonunda bu da oldu.
Türkiye, Birleşmiş Milletler eğitim ve kültür kurumu UNESCO Başkanlığını elinden kaçırdı.
Nasıl mı?
Kendi adayını desteklemedi Türkiye…
Gerekçesi de neydi biliyor musunuz?
Başka bir ülkeye söz vermişti…
Ne de olsa, namusla eş değer bir şeydi sözünde durmak...
Dolayısıyla da, Mısır’ın gösterdiği aday olan Faruk Hüsnü desteklenecekti.
Durun… Daha bitmedi…
Mısır’ın gösterdiği aday için, kültürel sorunları çözmek de işte bu kadar basitti:
“Mısır kütüphanelerinde bir İsrail kitabı bulursam, yakarım”
UNESCO’nun başına “kitap yakmayı” çözüm olarak gören birinin gelme ihtimalini düşünmek bile ne kadar da akıl dışı…
Oysa siyasi irade, sırf “sözünün eri” olmak uğruna bu adayı destekledi.
Kendi aydınını “incitmek” pahasına…
Beklenen gerçekleşti. Bu beyanatı veren Faruk Hüsnü seçimi kaybetti.
Türk Hükümeti ise, ne yazık ki, şu basit ayrıntıyı göremedi:
Aslında, bu seçimi hem de katmerli bir şekilde Türkiye kaybetti.
Türkiye…
Mısır’lı adayın seçilemeyeceğini tahmin edemeyerek… Kaybetti…
Kendi bağrından çıkmış bir kültür adamını Başkanlık yarışında desteklemeyerek… Kaybetti…
Şimdi, soruyorum size…
Uluslar arası kültür alanında nasıl söz sahibi olacak Türkiye?
Kendi sanatçısına bunu reva gören bir ülkenin, kim ciddiye alacak fikirlerini?
Kültürel ayrımcılığı savunan bir adayın yanında yer aldık… Açıklaması bu kadar mı yani…
“ Söz vermiştik…
Eşine az rastlanır bir şeydi.
Sonunda bu da oldu.
Bizim kültürümüzde, sözünü yememek önemlidir…
Ama “değer bilmek” de önemlidir.
Sözünü yiyen, ayıp eder.
Değer bilmeyense, yazık eder.
Türk Hükümeti, Mısır’a verdiği sözü tutmaya uğraşırken bunları unuttu.
Mısır’a ayıp etmeyelim derken…
Zülfü Livaneli’ye…
“Yurdundan hiç umudunu kesmeyen birine…”
Biraz ayıp olmadı mı sizce…

YENİ BİR ÇERNOBİL İSTEMİYORUZ

Çernobil’deki nükleer reaktörde yaşanan o büyük kazanın sonrasıydı.
O dönemin yetkilileri doğru dürüst bir açıklama dahi yapmamıştı.
Sakin olmak lazımdı canım…
Büyütülecek ne vardı…
Ne de olsa Türk’e hiçbir şey olmazdı.
Bu yüzden de, o günlerde bir tek Avrupa ülkelerinde radyasyon ölçümü yapıldı… Türkiye hariç…
Türkiye’nin kuzey kıyıları, Ukrayna’ya yakınmış… Ne gam…
Radyasyon bulutları, bütün Anadolu’ya yayılma olasılığı taşıyormuş… Ne gam…
Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral televizyonda radyasyonlu çay içti ve
Her şey yolunda sevgili Türk halkı edasıyla da şöyle dedi…
“Biraz radyasyon iyidir.”
Anadolu insanı, “devlet babası”na güvenir. O ne derse, doğru bellenir.
Yine, öyle oldu.
Ancak, Cahit Aral yanılmıştı. Onun deyimiyle, biraz radyasyon kimseye iyi gelmeyecekti. Karadeniz Bölgesi’ndeki kanser vakaları her geçen gün daha da arttı. Durumun vahameti, yıllar geçtikçe anlaşıldı bölgede… Bu kez Dünya Sağlık Örgütü haklı çıkmıştı ne yazık ki…
Havaya, suya ve toprağa o yıllarda sızan radyoaktif maddelerin verdiği zarar tahmin edilemiyor…
Bu zararın izlerini, daha kaç kuşak taşır üzerinde?
Kimse, cevabını kestiremiyor… Bilim adamları bile…
Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın:
“Nükleer santral önemli proje.” diye başlayan ve
“Nükleere bakışım olumlu” diye devam eden konuşmasının metnini okuyunca yeniden hatırladım tüm bunları… Radyasyonlu çay yıllarını…
Nükleer santrallerden birindeki bir kaza dünya tarihine geçti… Ne çabuk unuttunuz…
Kazanın açtığı yara daha iyileşmedi…
Daha yaranın derinliği bile belli değil… Ne çabuk unuttunuz…
Nükleer Santralin ne kadar önemli bir proje olduğunu onlara da anlatabilecek misiniz?
Yakınlarını birer birer kansere kurban veren Karadeniz Halkına…
Lösemili çocukların gözlerinin içine bakarak da söyleyebilecek misiniz aynı cümleleri… İçiniz hiç cız etmeden…
Neden ille de nükleer enerji efendiler…
Neden ille de enerji kaynaklarının en pahalısı…
Hem de, Avrupa ülkeleri birer birer nükleer santrallerini kapatırken…
Dünyaya ve insanlara zarar vermeden üretilebilecek başka enerji mi kalmadı?
Nedir bu ille de nükleer santral çığırtkanlığı…
Yeni bir kâbusa daha ihtiyacımız yok…
Yeni bir Çernobil’e daha ihtiyacımız yok…
Dünyaya bir hayalet kent yetmez mi sizce?

ZİL ÇALDI…


—bütün idealist öğretmenlere-

Haydi, çocuklar, herkes sınıflara diyen sesler… Duyulmuyor… Oysa çoktan çaldı zil…
Gözleri ışıldayarak, bize başka bir dünyadan haber verir gibi bir şeyler anlatan öğretmenler neredeler…
Çocuklar şaşkınlar… Önlerinde, keselerine göre ama özenle seçtikleri kalemleri, silgileri ve defterleri var… Üstlerinde, jilet gibi ütülenmiş okul giysileri… Sınıfta ise, derin bir sessizlik… Bekliyorlar… Oysa çoktan çaldı zil…
Çocuklar, bir tek şeyin cevabını bilmek istiyorlar…
Öğretmenleri nerede?
Nerede bu çocukların öğretmenleri ey ahali…
Gerçekten bilmek ister misiniz?
Söyleyeyim: İşsiz öğretmenler kervanının bir parçası oldular çünkü Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir türlü atanamıyorlar. Oysa çoktan çaldı zil…
Şimdi bu öğretmenler içlerindeki cevheri nasıl koruyacak?
İçlerindeki öğrenme ve öğretme ateşi nasıl yanmaya devam edecek?
Öğretmenlikten soğumamak için ve hepsinden de önemlisi yaşamaya devam etmek için, sözleşmeli çalışmayı kabul edenleri kınamaya kimin hakkı olacak o zaman?
İş güvencesinden yoksun çalışarak var olmaya çabalayan öğretmenler…
Onları, eğitimin ulvi bir iş olduğuna kim inandıracak acaba?
Dost meclislerinde, kahvehane sohbetlerinde dile gelen bilindik cümlelerdir:
Her şeyin başı eğitimdir.
Başımıza ne geliyorsa, cahillikten gelmektedir ve bu makûs talih, değiştirilmelidir.
Hz. Ali ne güzel söylemişti:
“Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum.”
Şimdi, durum değişti mi?
Şimdi köle olanlar, o harfleri bize öğretenler mi?
Canım öğretmenlerimiz yani…
Evde oturarak sırasını bekleyen… Paslanmamak için komik ücretlerle ders vermeyi kabul eden canım öğretmenlerimiz…
Onların makûs talihi değişmedikçe, bilin ki bizim çocuklarımızınki de değişmeyecek.
Onların ateşi sönerse, bizim çocuklarımız kalacak karanlıkta…
Sizin de, hayatınızı kökten etkileyen öğretmenler olmuştur… Yüzlerini hiç unutmadınız o canınız öğretmenlerinizin… Ettikleri her bir cümle kulaklarınıza küpe oldu… Ne zaman dara düşseniz gelip saçınızı okşadı gizli bir el gibi elleri…
Öğretmenlerin öğretme ateşi değil, canları yanıyor a dostlar…
Oysa çoktan çaldı zil…
Bu yangında, genç beyinlerin de canları yanabilir.
Çünkü boşluk eninde sonunda tamamlar kendini bir şeylerle…
Ve yarın, her şey için…
Sahiden de çok geç olabilir
LALE ŞEYDA GÜLSOY

Merhaba Dünyalı

Dünyaya soru sormaya, keşfetmeye ve bulduklarını anlatmaya gelmiş biriyim. İnandığım cümleyi bilmek ister misiniz? Bizi, birbirimizden ayıran çok şey var. Ama birleştiren çok şey de var. Her gün, bir sürü olay yaşanıyor bu ülkede...Haber bültenlerinde haber olarak izliyorsunuz onları...Peki, o haberlerin asıl hallerinin satır aralarında saklı olduğunu söylesem size...

Siz de, uzun zamandır haber bültenlerini izlemeyi bırakanlardan mısınız yoksa?
Bir yandan da, etrafınızda olup bitenlerden çok da uzak kalmak istemeyen bir yanınız var. Çünkü insansınız. Biliyorsunuz ki, her insan görünmez zincirlerle birbirine bağlıdır. O yüzden de, başkalarının başına gelenler aslında bir tek onların başına gelmiyor öyle değil mi?
Bu blogu, sırf bu nedenle açtım. Başkalarının başına gelen o haberlere bir an olsun içerden bakabilmeyi başarırsak neler görebileceğimizi denemek için...
Çünkü o haberlerin ve onların parçası olan canlıların uzak bakışlara ihtiyacı yok...
Haber yorumu bir tek mantıkla yapılmaz...
İşin içinde bir de "ciğerimiz" var...
Hala olduğuna inandığım için burdayım.
Tekrar hoşgeldiniz hepiniz...

habersiz kalmayın...